BÜYÜK DEFTER - KANIT- ÜCÜNCÜ YALAN

 Ágota Kristóf (adini yazabilmek icin Google'dan kopyalamak zorunda kaldım.

Hayir Agatha Christie'nin yanlış yazımı falan degil. 1935 yılında Macaristan'da doğmuş, 1956 yılında (annemin doğduğu yil) Macaristan'daki ayaklanma sırasında, kocası ve küçük kızıyla birlikte küçük bir grubun parçası olarak ülkesinden yaya olarak kaçan bir kadın Ágota Kristóf. Avusturya'ya başarılı bir şekilde geçtikten sonra otobüs ve trenle İsviçre'ye gitti. İki çantası vardı; birinde bebek bezi, giysi ve bebeği için bir şeyler, diğerinde ise sözlükler vardı (Büyük Yalan'daki sözlükleri hatırlayın). Tamamen tesadüfen Frankofon bir şehre varmış ve burada, hiç bilmediği bir dille karşılaşmış.


Eger üçlüyü okuduysanız, ilk farkedeceginiz seylerden biri dilin sadeliği. Kurgu o kadar muazzam, yasananlar o kadar gercek, acılar o kadar büyük ki, yüksek edebiyata ihtiyac bile duymuyor. Ama aslinda  Kristóf'un dile yabancılaşması bu sade tarzı ortaya çıkaran. Düzyazıları dilbilgisi açısından son derece yalındır. Tek bir kelime bile boşa harcanmamıştır. Anılarında açıkladığı gibi, "Fransızcayı asla anadili Fransızca olan yazarlar gibi yazamayacağımı biliyorum, ama elimden geldiğince, yapabildiğim kadarıyla yazacağım". Kristóf'un kendi seçmediği bir ülkede, sonradan öğrendiği bir dilde okuryazarlığa giden zorlu ve kararlı yolu, bu radikal düzyazı üslubunun ortaya çıkmasına neden oldu. Kristóf'un anlatımında bir saflık havası var. 

Macarca yazmayı düşünmemişti bile. Fransızca için "anadilimi öldürdü" demişti. Fransızcayı kabul etmekten başka çaresi yoktu. Ancak, çevirmenlerinden Nina Bogin'in yazdığı gibi, onun geçmişi özel bir düzyazı türü yarattı: "Kristóf'un anadili Macarcanın prizmasından yazılmış Fransızca".

 

Önce sözlü, sonra yazılı Fransızca öğrenen Kristóf, şiirler, ardından radyo ve tiyatro için oyunlar yazmaya başladı ve sonunda romana ulaştı. Kristóf'un üçlemesi, Defter (1986), Kanıt (1988) ve Üçüncü Yalan (1991) başyapıtıdır. Defter, ikizlerin bakış açısından birinci çoğul şahıs ağzından yazılmıştır: Her zaman 'biz'. İkinci kitap, Kanıt, üçüncü şahıs ağzından anlatılır ve ikizlerden birini takip eder. Üçüncü ve son kitapta ise tamamen tekil, tedirgin edici yeni bir ses var. Kristof ikizleri acımasızca ayırıyor. Geçmişlerini değiştiriyor, böylece yalnız yürüyorlar. Onları birer 'yalana' dönüştürüyor. Belki de bu, kendi ailesinden, en çok sevdiği kardeşinden ayrılmayı kolaylaştırmıştır.

 

Her cümle bir darbe indiriyor. Savaşın dehşet verici detayları ikizler tarafından çocuksu ama tamamen gramatik bir şekilde yaziliyor. İkizler her romanda oradalar, bazen ayrı, bazen birlikte, hikayeleri değişiyor, ve tekrar eden bir kabus gibi ilerliyor. Üclemede utanç yok; neredeyse her karşılaşmanın ya cinsel sapkınlık, ya antisemitizm ya da devlet onaylı şiddetle lekelendiği bir romanda sarsıcı bir eksiklik. Sürekli yeniden anlatımlar, çelişkili detaylar, geri dönen ve kaybolan karakterlerin karmaşası, size tutunacak bir şey bırakmıyor. Dolayisiyla neredeyse karanlıkta el yordamıyla ilerliyorsunuz. Tek cankurtaran, düzyazısının sadeliği: Kristóf'un karakterleri, sadece ikizler değil, kitapçı, kütüphaneci, büyükanne, rahip ve barmen de birden fazla yinelemeyle var oluyor. Ve Mathias. Zavallı Mathias'in kimi temsil ettigini de aci bir sekilde son kitapta öğreniyoruz. Hiçbir şey sıraya girmiyor, çünkü başlangıçta hiç sıraya girmedi; her kitap bir taslak, yaşanmış başka bir hayat. Ama ne olduğunu anlamaya çalışmayı bırakırsanız  üçlemenin tadını çıkarırsınız: İkizler asla nasıl hissettiklerini söylemiyor ya da duygularını tartışmıyor. Amaçları bu değil. ikizler için ölçü hakikat. Titiz yöntemlerinin ana hatlarını çiziyorlar: "Büyükanne cadı gibidir" yazmak yasaktır; ancak "İnsanlar Büyükanneye Cadı der" yazmaya izin verilir.


Kristóf'un romanı Grimm Kardeşler'in peri masallarıyla pek çok ortak noktaya sahip. Defter, Hansel ve Gretel gibi başlar. İki kardeş, artık onları besleyemediği için anneleri tarafından terk edilir ve isimsiz bir sınır kasabasının kenarındaki bakımsız bir evde yaşayan büyükannelerinin (Cadı) yanına bırakılır. Eve dönüş yolları yoktur. Bu noktadan sonra hikâye, çocuklar ya da yüreği zayıf olanlar için uygun olmayan şiddet, yoksulluk ve sapkınlık dolu bir yaşamı cesur ve sade bir düzyazıyla anlatır.

 

İkizlerin neyin 'iyi' ve 'kötü' olduğunu anlama yöntemi sadece yazıya değil, gördüklerine de uygulanıyor:

 

İkizler çoğunlukla tarafsız, aşağıdan bakan, şantaj için malzeme toplayan röntgencilerdir, ancak davet edildiklerinde sapkınlığa katılırlar. Büyükannenin arazisinde yaşayan askeri yüzbaşı ikizleri odaya davet edip yatağına yüzükoyun yatırıp her birine birer kemer verdiğinde, ikizler "ne yapacağımızı biliyoruz" derler.  İkizlerin bir yüzbaşının cinsel hazzı için onu kırbaçlamaya razı olmaları 'kötü' görünebilir ama onların mantığına göre bu kategoriye girmiyor. Eğer gördükleri ya da deneyimledikleri şey, yüzbaşının sapkınlığı gibi 'doğru' ve dürüstse, o zaman suçluya serbest geçiş hakkı tanınır. İkizler kaptanı arzularından dolayı cezalandırmazlar; hatta gözlerini bile kırpmazlar.


Ancak ikizlerin bedenlerini ağzıyla 'temizleyerek' cinsel istismarda bulunan genç, taze yüzlü hizmetçiye geçiş izni verilmez (bu kisim Türkce tercümede sansürlenmiş. Bir de tavsan dudağın köpekle cinsel iliskiye girmesi). İkizler onun Yahudi köylüler kamplara sürülürken onlara bir parça ekmek uzattığını ama gülerek geri aldığını görürler. Türkce tercüme sadece bu sebeple cezalandirildigini saniyoruz ve bu okuduklarımızdan ikizlerin hakkaniyet anlayisina tam uymuyor. Cinsel tacizini de öğrenince biraz daha anlamlı hale geliyor. Bu itibarla sansür bu kısımda anlam kaymasına yol açıyor. Neyse, hizmetçinin bu sahtekârca, zalimce ve boş jesti, ikizlerin tahammül edemeyeceği türden bir davranıştır. İkizler kötü kompozisyonları ne yapar? Onları ateşe atıyorlar. Mühimmat bir şekilde hizmetçinin şöminesine düşer ve yüzü havaya uçar.

 

Kanit ise farklı bir hikâye. Defter'de birbirlerinden ayrılmayan ve ayırt edilemeyen ikizler, Kanıt'ta birbirlerinden koparılıyor. Lucas'ın sonunda bir ismi vardır. Kristof isimlerle oynamayı sever. Lucas'ın ikizinin adının Claus olduğunu sonradan öğreniyoruz. İsimleri bir anagram. 

 

Bir şey her zaman diğerini telafi eder ve Kanıt'ın başlarında Lucas küçük bir aile edinir. Buzlu nehrin kenarındaki köprüde -Defter'de ikizlerin inşa ettiği köprü- ağlayan genç bir kadın görür. Kadın çocuğunu boğmayı kendine yediremez. Lucas bebeği boğmayı teklif eder ve "Fareleri, kedileri, köpek yavrularını boğdum" diyerek kadına güven verir. Kadın reddeder ve Lucas ikisini de yanına alır. Büyükannenin evinde bir kez daha üç kişi vardır. Lucas, Yasmin ve Yasmin ile babası arasındaki bir aşk ilişkisinden doğan sakat bir çocuk olan Matthias. Matthias büyüdüğünde, Lucas ona,

 

"Kardeşimi her yerde görüyorum. Odamda, bahçede, sokakta yanımda yürüyor. Benimle konuşuyor.

"Ne söylüyor?

"Ölümcül bir yalnızlık içinde yaşadığını söylüyor.

 

Yalnızlık kitap boyunca geri dönüyor. İkizlerden biri sürekli diğerini arıyor, onu hayalet bir uzuv gibi hissediyor. Lucas'ın başka biriyle bir olmanın nasıl bir şey olduğunu bildiği için yalnızlığını bu kadar şiddetli hissettiğini düsünüyoruz bu kitapta. Oysa son kitapta her zaman yalnız oldugunu ögreniyoruz. Iskeletleri -ölüleri, yok olanları- ve hayal edilenleri bir arada tutmak üzerine cok sey var artik.

 

Kristóf kâğıt hakkında sanki ekmekmiş gibi yazıyor. Her kitabında bir karakter kâğıttan, ona ihtiyaç duymak ve onu tüketmek bağlamında bahsediyor. Köy kitapçısı üçlemedeki her romanın merkezinde yer alıyor. Oldukça yoksuldur; edebiyat ya sansürlenmiştir ya da çok azdır. Bunun yerine bir kırtasiye dükkânı olarak işlev görür.

 

Üçüncü Yalan'da, Lucas'ı vurduktan sonra inanılmaz derecede acımasız görünen yeni biriyle tanışıyoruz. Bu kitap, ilk iki romanın darbelerinden sonra hiçbir teselli sunmuyor. Klaus adinda bir adam hapishaneden bize her seyin bir yalan oldugunu yaziyor. Derin bir yalnizlik var artik. Acaba ikizler yok Klaus sizofren mi diye düsünmeye basladigimiz nokta da buralara tekabül ediyor. Oysa gercek cok daha aci.

 

Bu kitapta Kristof'un en güzel karakterlerinden biri, bütün gece penceresinin önünden ayrılmayan ve gelip geçen herkese zamanını soran bir uykusuzluk hastasıdır. Sadece zamanı, uyanık olduğu saatleri, yalnızlığı olan bir adam; karısı rejim tarafından öldürülmüş bir dul. Bir gece Lucas'a şöyle der: "Hayat böyledir. Her şey zaman içinde akıp gider". 1999'da yapılan bir röportajda Kristof'a uykusuzluk hakkında sorula soruya, yazarın yanıtı karakterin kesinlikle gercek olduğudur. Kristof böyle bir kadın tanıyordu. Kadin uyuyamıyordu ve balkonunda oturup "Saat kaç? Saat kaç?" diye soran bir kadın tanıyordu. Bazen gerçek kurgudur. Ama Lucas'ın Kanıt'ta söylediği gibi, "Hiçbir kitap, ne kadar hüzünlü olursa olsun, hayat kadar hüzünlü olamaz".


 

Üçlemenin cevapları içerdiğine ya da herhangi bir romanın sonunun kesin olduğuna inanmak, Kristóf'un kurgularının amacını ve zevkini kaçırmaktır. 


İsviçre'de, ilerleyen yaşlarında Kristóf ödüller almış, yayınlanmış bir yazardır. Bir gün bir arkadaşı Kristóf'a, bütün gün bir fabrikada çalışan ve akşamları çocuklarına bakan kadın işçiler hakkında izlediği büyüleyici bir televizyon programından bahsetmek ister. Arkadaşı devam eder, "ve Fransızca bile bilmiyorlar". Kristóf ona kendisinin de eskiden böyle yaptığını, hayatının böyle olduğunu söyler. Şöyle yazıyor,

Arkadaşım üzgün. Televizyonda gördüğü yabancı kadınlarla ilgili inanılmaz hikayeyi bana anlatamıyor. Geçmişimi o kadar iyi unutmuş ki, bir zamanlar ülkenin dilini bilmeyen, fabrikalarda çalışan ve akşamları ailelerine bakan bu kadın ırkına ait olduğumu hayal bile edemiyor.

Ágota Kristóf Macaristan'dan ayrıldıktan sonra evinin yolunu hiç bulamadı. Çocukları İsviçreli, erkek kardeşleri Macar'dı ama o hiçbir zaman iki kimlikte de sabit kalamadı. Dördüncü romanı olan ve artık İngilizce baskısı bulunmayan otobiyografik kitabı Yesterday'i (1995) ve ince anı kitabı The Illiterate'i (2004) yazdıktan sonra, İngilizceye çevrilmemiş bazı kısa metinler dışında çok az şey yazdı ve ölmeden önceki yıllarda yazma isteğini kaybetti. Yazmaya başlayamadı. Hep yalnız, okuma yazma bilmeyen ve sürgün biri olarak kaldı. İsviçre'deki raflarında kendi romanlarının yabancı baskılarının kopyalarını gururla sergiliyordu. Yazdıklarının başka ülkelerde, başka dillerde anlaşılabilir olduğunun kanıtı.  "Ülkemi terk etmeseydim hayatım nasıl olurdu? Sanırım daha zor, daha yoksul, ama aynı zamanda daha az yalnız, daha az parçalanmış. Belki de mutlu olurdum" (Bu satırları yazarken de ağladım).


Bu kitap savaşın romani, bu kitap göçmen olmanın romani, bu kitap yalnizligin romani, bu kitap sevildiğini bil(e)memenin romani, sevginin ve sevgisizliğin romani ve tam olarak seni seven bir kisi bile varsa bu dünyada yalnız olmadiginin kanıtı. Bu kitap bir şaheser. Mutlaka ama mutlaka okunmalı.


Yazımı bu yazidan faydalanarak yazdım.

 

 

Yorumlar

Popüler Yayınlar