Isvec Kirsalinda Tatil ya da Sonsuzluga Yolculuk

    Hall-Hangvar adında küçük bir balikci köyüne gidiyoruz. Rauk'lari görmek icin. Burası Isvec'in doğusunda bir ada. Gotland Adasi. Iki haftadır burada tatil yapıyoruz. Lickershamn'da gecirdigimiz güzel bir günün ardından yağmur başlıyor. Eve dönmeden bari hem Rauk görelim hem de bir tepeden manzarayı izleyelim istiyoruz.

           Araçla sahilin kenarına vardığımızda, karşımıza dik bir tepe çıkıyor; bu tepe üzerinde konumlanmış küçük bir balıkçı köyü ve ardında adeta denizin kucağında beliren Rauk'lar. Arkamızda sayıca az olan evler var, onların önünde ise eğimle inen sahil ve İsveç'e özgü renkli balıkçı kulübeleri. Gökyüzü hala gri, ama açık ve aydınlık bir gri. Deniz de aynı şekilde. Insani sasirtacak kadar, "Nasıl bu kadar düz?" cümlelerini agzinizdan istemsizce dökecek kadar düz. Carsaf gibi benzetmesinin gercek vücut bulmuş hali. Bugüne kadar denizin çarşaf gibi olması halini yanlış kullandigimi farkediyorum. Carsaf deniz bu, su anda, buradaki. Ucsuz bucaksız açık gri bir düzlük. Sonsuzluk gibi ama o an bu düşünce aklınıza gelmiyor. Burası düşündüğünüz bir yer degil, burası parçası oldugunuz, ait oldugunuz bir yer. Burda eyleme ve hatta düşünmeye gerek yok. Burda varsanız ve parcasisiniz. Gecmis yok, gelecek yok. Su an var. Burası var. Bu ucsuz bucaksız deniz var. Ucsuz bucaksız dünya var. Ucsuz bucaksız evren. Ve ben onun bir parcasiyim. Buraya aitim. Her şey olması gerektiği gibi. Ne eksik, ne fazla.

           Milyonlarca yılın izlerini taşıyan fosillerle bezenmiş düz sahil taşları... Denizin üzerinde zıplayarak ilerleyen taşlar, zamanın içinde kaybolmamızi sagliyor. Ne kadar süre geçirdiğimizi bile bilmiyorum, ama adeta sonsuzca kalabilirim gibi bir his var içimde. Bu noktada tam ve eksiksiz hissediyorum kendimi. Doğanın, evrenin, yaratıcının bir parçasıyım.

              Ertesi gün kısa bir feribot yolculuğuyla Fårö Adası'na geçiyoruz. Ancak, bu güzel maceramızın son günü. Yarin dönüyoruz. Öncelikle, yeniden Rauk'ları görmeye karar veriyoruz. Bu sefer Rauk'ların şekilleri tamamen farklı. Gri ve mat gri çelik gibi taşlar, adeta bir dantel gibi işlenmiş, kilometrelerce uzanan bir sahili süslüyor. Yükselen Rauk'lar, bazen uykuda kıvrılmış devlere, bazen milyonlarca yıl önce denizin altında oluşmuş peri bacalarına, hatta bazen gözlerimizin gördüklerini ve tanımladıklarını aşan sıradışı varlıklara benziyorlar. Güneş tepemizde parlıyor ama ılıman 20 derece havanın tadı burayı daha da özel kılıyor. Rauk'ların arasında keçiler gibi tırmanıyoruz, kıvrılıp bükülüyoruz. Her köşe, her dönemeç, her yükselti ve iniş, yepyeni ve büyüleyici bir manzarayla karşılıyor bizi. İşte burada tekrar aynı his, aidiyet hissi. Bu yerde olmaktan dolayı bütün ve tam hissediyorum. Bu evrene, bu dünyaya, bu kara parçasına aitim. Bu sadece bir aidiyet değil, bir bütünün parçası olma hissi. Ben buradayım, o benim. İnancı aşan, hissetmekle ve bilmekle ilgili. Kendimi tam anlamıyla hissetmek. Sonsuzluğun bir parçası olmak. Burada ölüm bile korkutucu degil.

                  Lars von Trier'in Melancholia filmi ile Tarkovsky'in Kurban filmi, dünyanın sonunun gelmesini evlerinde bekleyen ailelerin hikayelerini anlatır. Her iki ev de deniz kenarındadır, ve mekan Isvec'tir. Iki yaz tatili sonrasında, Hall-Hangvar'da sonsuz gibi gözüken denizde tas sektirirken ve Langhammars'daki Rauk'lara tirmaninip tirmanip yüzümü denize döndüğümde,  Isvec'teki ikinci tatilimin ikinci haftasinin sonunda, Isveç'i anladım. Orda durup dünyanın sonuna, sonsuzluğa bakar gibi, doğanın bir parçası oldugum o anda, tirnagimdaki oje, sweatshirtümdeki yazi bile fazla gelirken, Isvec'in neden tasarımda, mimaride, modada bu kadar sade oldugunu anladım. O iyi yönetmenlerin dünyanın sonunu neden Isvec'te beklediklerini anladım. Orda ben de vakurla bekleyebilirdim dünyanın sonunu, cünkü ben de onun bir parcasiydim. Ve son falan yoktu.

            Eğer tatilinizi Güney İsveç'te geçirirseniz, Almanya'daki Baltık Denizi sahil bölgeleri tarzı bir deneyim beklemelisiniz. Burada evler şık, konforlu ve yeşil çimlerle kaplı bahçelerle çevrili. Biraz da Timmendorfer Strand veya Scharbeutz'a benzeyen kalabalık bir sahil ve restoranlar. Ancak bu deneyim,

yukarıda anlattıklarım kadar derin ve anlamlı değil. Bu deneyim, saf köy hayatı ve doğa ile iç içe geçmenin tadını çıkarabileceğiniz kadar yalın değil.

            Gotland Adası veya Stockholm'ün kuzeyinde yer alan, daha az bilinen Sneslinge gibi bölgelerde, evlerin bahçelerinin doğayla iç içe olduğu, yeşil çimlerle kaplı olmadığı, yol kenarlarının yabani çiçeklerle dolu olduğu, bazı tuvaletlerin açıkta ve modern altyapısız olduğu evlerde zaman geçirmek, daha az iş yapmanın ve daha çok dinlenmenin keyfini sürmek isteyenler için ideal. Bu primitif yaşam tarzında, insan doğanın bir parçası gibi hissediyor, dünyanın sonsuzluğunda kayboluyor.

            Bu tür bir tatilde araba kesinlikle gerekli. Gotland Adası'na uçup orada araba kiralayabileceğiniz gibi, bizim yaptığımız gibi araçla da gidebilirsiniz. Köprüler ve feribotlar oldukça pahalı, bu nedenle bu doğa dolu ve primitif tatil seçeneği maalesef bütçenizi biraz zorlayabilir. Ancak, size sunacakları karşısında bu masrafın hakkını vereceğine emin olabilirsiniz. Almanya'nın yeşillikler içinde olması göz önüne alındığında, buranın daha da doğal olabilmesi gerçekten hayret verici. Yıllar boyunca Almanya'da yaşadıktan sonra İsveç, İsviçre ve Danimarka'nın daha yeşil, daha temiz, daha doğal ve daha zengin olduğunu fark edersiniz. Elbette bu durumun İsveç nüfusunun Almanya'nın nüfusunun yaklaşık 1/8'i kadar olmasının etkisi olduğunu unutmamak gerekir. Bu nedenle daha az insan, daha az yerleşim, her yer yeşil, her yer doğa. Üstelik burada, Almanya'daki gibi düzenli bahçe düzeni saplantısı yok. Kırsaldaki evler neredeyse tamamen doğaya bırakılmış durumda. Bakımsız değil, doğayla uyum içinde güzellikleri sergiliyor. Kuzeyli insanların tatil anlayışı da bizim alıştığımızdan farklı; İsveçliler, doğanın içindeki kırmızı ahşap evlerine gidiyor, pencerelerini sonuna kadar açıyor, bulaşıkları elde yıkıyor ve hatta duşlarını bahçede alıyor.

            Gotland Adası'nda tatili yaparken ilk fark edeceğiniz şey, doğanın muhteşem güzelliği olacak. Hatta yanınıza bisiklet de alırsanız, deneyiminizi katlayabilirsiniz. Ada'nın iç kısımlarındaki geniş ormanlar, çiçek dolu çayırlar ve masmavi gökyüzü sizi büyüleyecek. Doğa yürüyüşleri yaparak huzuru ve dinginliği doyasıya yaşayabilir, kuş sesleri eşliğinde zamanın nasıl geçtiğini unutabilirsiniz.


            Deniz severler için Gotland Adası, Baltık Denizi'nin serin sularında veya turkuaz göletlerinde yüzmek ve güneşin altında dinlenmek için harika yerler sunuyor. Adada bulunan tas ocakları atil duruma geçtiğinde, geride kalan doğal havuzlar da serinlemek için harika alternatifler sunuyor.

            Tarih meraklıları için Gotland, adeta bir hazine. Viking dönemine ait antik kalıntılar ve Ortaçağ şehirlerini bünyesinde barındırıyor. Visby şehri, Gotland'ın en ünlü yerlerinden biri ve UNESCO Dünya Mirası listesine dahil edilmiş durumda. Aynı zamanda bir liman kenti olduğundan ticaretin merkezi olarak da tarih sahnesinde önemli bir rol oynamış. Istanbul'la da tarihi ticaret ilişkileri bulunuyor ve eski dönemlerde Istanbul'a "Miklagard" adı verilmiş. Ortacağ döneminden kalan surlar, dar sokaklar ve tarihi binaların muazzam atmosferi sizi geçmişe götürecek. Ağustos ayında düzenlenen Ortaçağ festivali de bu atmosferi daha da canlandırıyor.

            Gotland mutfağı, tatilinizi lezzetlendiren bir diğer unsur. Adanın taze deniz ürünleri ve yöresel lezzetleri damaklarınıza şenlik katacak. Bir önceki yaz ziyaret ettiğimizde Visby'de, tatlı bir kafede safranlı pancake yemiştik; bu, adanın klasik tatlarından biri. Pancake'i anlatmadan önce, o kafenin bahçesinde incir ve dut ağaçları görmemin saskinligini paylaşmak istiyorum. Almanya'da birkaç incir ağacı görmüşlüğüm var, ama dut ağacını bu kadar kuzeyde ilk defa görüyorum. Safranlı pancake'e gelecek olursak, bu aslında safranla tatlandırılmış fırın sütlaç. Üzerinde ise dewberry sosu ile birlikte sunuluyor. Dewberry'nin Türkçesi hakkında bilgi sahibi değilim, ancak böğürtlen renginde ve ahududu görünümünde orman meyvesi olarak açıklayabilirim. Gotland ve Fårö adalarında ise "Salmbär" adıyla anılıyor bu meyve; bu da Gotland'ın yerel dili olan Gutnish'te kullanılan adı. Bu yıl Temmuz ayında ziyaret ettiğimiz için bu meyveyi henüz toplama zamanı gelmemişti. O yüzden bu bilgiler gecen yazdan. Bu meyvenin reçeli, hafif ekşi seviyorsanız kesinlikle denemeye değer. Benim icin bir diger unutulmaz lezzet de tütsülenmiş deniz böcekleri (karides miydi emin degilim). Fırından taze aldiginiz eksi maya ekmege sürdüğünüz tereyagi, Gotland'in beyaz şaraplarından bir kadeh ve bir aile aktivitesi olarak ellerinizle daldiginiz tütsülenmiş böcekler.

            Gecen yaz denk geldigimiz ama bu yaz yine erkenci oldugumuz bir diger lezzet ise 'Kräftskiva'  festivali çerçevesinde tüketlen bir tür kerevit. Bu da Almanya'nin beyaz kuskonmazi gibi sadece belli tarihlerde bulunabilen bir yiyecek ve inanmazsınız Türkiye'den de bolca ithal ediliyor. Bizim haberdar olmadigimiz bu lezzet mesela Elazig'dan ya da Tunceli'den  cikiyor, bize koklatilmadan ihraç ediliyor. Isvec turizm sitesinden aldigim bilgiye göre, bu gelenek, kerevit yemenin kraliyet mensupları arasında moda haline geldiği 16. yüzyıla kadar uzanmaktadır. Yüz yıl sonra kerevit İsveç'te daha büyük ölçekte tüketilmeye başlanmıştır. 19. yüzyılda orta sınıf evlerde yaşayan insanlar akşam geç saatlerde 'Kräftsupé' adı verilen, kabuklu deniz ürünleri ve alkollü içeceklerin servis edildiği bir ziyafete katılıyorlardı. Stockholm'deki Grand Hotel'de Ağustos ayında düzenlenen zarif kerevit ziyafetine hala bu isim verilmektedir.

            'Kräftskiva' (kelimenin tam anlamıyla 'yengeç masası') adı 1930'larda ortaya çıkmıştır ve artık sıradan tüketicilerin evlerine de giren her türlü yiyecek ve içecekle donatılmış masayı ifade etmektedir. En geç 1960'larda bu gelenek ülke çapında yerleşmişti.

            İsveç'te kerevit partisi mevsimi Ağustos ayının başında başlar ve Eylül ayına kadar sürer. Bunun tarihsel nedenleri vardır: 1994 yılına kadar yengeç avcılığı Kasım ayından Ağustos başına kadar yasaktı. Balıkçılar Ağustos ayının ilk Çarşamba günü yengeç avcılığının açılmasını hararetle bekler ve ilk avı "Kräftskiva" ile kutlardı. Günümüzde bu genel zaman sınırlaması artık yok (pratikta var) ve kerevitler artık sadece İsveç sularından gelmiyor, büyük ölçüde ithal ediliyor. Ancak bu sosyal gelenek cazibesinden hiçbir şey kaybetmedi ve pek çok İsveçli son sıcak yaz akşamlarının tadını gösterişli bir kerevit partisinde çıkarıyor. 

        Evet, Isvec'in sıcak yaz akşamları... Bu yaz, gecen yaz kadar yüksek derecelerde olmasa bile, döndüğüm 16 derece, yağmurlu ve gri Almanya'dan cok daha güzel ve güneşli bir yaz yaşattı bize. Ve Nordik kültürüyle uzaktan yakından alakası olmayan bu Akdenizli kıza, kendini orayla bütün hissettirmeyi basari.

For English 

Yorumlar

Popüler Yayınlar