“Kova ve Okyanus: Bir aşkın, derinliğin ve korkunun hikâyesi.”
Bir zamanlar, dünyanın göğsü kadar derin, rüzgâr kadar özgür bir okyanus vardı. Dalgaları bazen fısıltı gibi, bazen haykırış gibi kıyılara vururdu. Ama her defasında, gerçekti. İçinde ne varsa saklamazdı. Ne sıcaklığını, ne fırtınasını. Okyanus, sevince sarar, özleyince çekilir, ama her zaman oradaydı. Bir gün… O okyanus, kıyıda bekleyen bir kova suya rastladı. Küçük, sade, içi durgun. Ama o kadar berraktı ki, okyanus içine baktığında kendini gördü. Kendinin küçültülmüş, ama saf ve saf bir hâlini. Ve şaşırdı. Bir kova su, nasıl olur da içinde böyle bir derinliği taşıyabilir? Yaklaştı. Dokundu. Ilık bir esintiyle o kovaya birkaç damla verdi. Ve kova, ilk kez içinde taşan bir şey hissetti. O güne kadar duvar gibi tuttuğu kenarları sızlamaya başladı. Okyanus fısıldadı: “Gel… Bırak kendini. Taş. Ak. Karış. Ben seni yutmam. Ben seni sen yaparım.” Ama kova… suskunlaştı. Sarsıldı. Ve geri çekildi. “Ben sadece bir kova suyum,” dedi. “Sen çok büyük...